Müzik...
Dinledikçe güldüren, ağlatan, oynatan, karamsar günlerimizde umut, acı günlerimizde teselli kaynağı olan, duygularımızın sazlı, sözlü tercümanı...
Çocukluğumun en tatlı hatıralarından biri, babamın annemin dizlerine uzanıp şarkı söylediği andır. Babamın çok yorgun oldugu anlarda da annem söylerdi ona, bildiği güzelim türkü veya şarkılardan.
Çarşamba'yı sel aldı
Bir yar sevdim el aldı, aman aman...
yahut...
Leyla özge bir candır
Karagözlü ceylandır
Doyulmaz hüsnü andır
Kanılmaz bir içim su
Leyla, Leyla aah Leyla....
O zamanlar evde Zeki Müren, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Bedia Akartürk, Ümit Tokcan, Ahmet Özhan, vs. dinliyorduk. Anne ve babamız gibi biz çocukların da sanat ve halk müziği repertuarı hayli zengindi. Kısacası, ailece şarkı söylemeye ve dinlemeye bayılırdık.Tatil zamanı dedelerimizin doğup büyüdüğü şehre gittiğimizde de Türkçenin yerini arapça şarkılar alırdı. Portakal çiçeği kokan o serin Hatay akşamlarında ipek sesli Feyruz'dan, gür ve harika sesli Vadi El Safi'den, Sabah'tan, Semira Tavfik'ten, Corc Vassuf'tan şarkılar söylenirdi tek bir ağızdan...
Kuzenlerden birinin çaldığı darbuka eşliğinde genellikle...Bizim Hatay kültürünün zenginliği işte burada.
Türkçe kadar Arapça da ana dilimiz. Sohbetlerimizi her iki dilde yapar, iki dilde şarkı söyler, iki dilde küfrederiz.
Mutfağımızda Türk mutfağının yanısıra, Lübnan, Suriye, hatta Ermeni mutfağının da büyük etkisi var. Hepsinden en iyiyi ve en güzeli alıp kendi mutfağımıza sokmuşuz. Böylece çesit ve kalitede oldukça zengin bir Hatay mutfağı oluşturmuşuz.
Tıpkı müzikte olduğu gibi.
Şimdi aramızda bir muhafazakâr çıkıp:“Olur mu öyle şey! Türkiye'de yaşayan Türkçe konuşmalı, Türkçe söylemeli !” diyebilir. O, bu zât'in Hatay'ın Türkiye'ye yalnızca 1939'dan beri bağlı oldugunu bilmediğindendir.
Kusuruna bakmayacağız tabî.
Övünmek için söylemiyorum ama... Hatay, tüm kültürel, etnik ve dinsel farlılıklarına rağmen birlikte yaşamı oldukça iyi başaran, bölgesel hayatı bu anlamda tam bir uyum üzerine oturtmuş en güzel Türkiye örneği.70'li yılların o siyasî kargaşası içinde bile elele olmuştur Hatay halkı. Türkü, Kürdü, Arabı, Türkmeni, Ermenisi... istisnasız hepsi birbirini kayırmıştır. Bunun gerçekleşmesinde ise en büyük faktör, diğerinin diline, inancına ve kültürüne gösterilen saygı ve koşulsuz hoşgörü.
Daha önce de özellikle vurgulamıştım bunu:
Koşullu hosgörü olmaz!
Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana Anadolu kültürüne en ağır darbeyi vuran, kardeşi kardeşe vurduran zihniyet hep bu tektiplilik zihniyetidir (Fransizcada buna uniformité deniyor).
Tarih süreci içinde milliyetçilik, bölünmekte olan bir ülkeyi tek bir bayrak altında birleştirmek için kullanılmışsa da, bunun tektiplilik olarak algılanması halinde -tek bayrak altında birleşmiş olsa- bile bir ülkenin bölünme rizikosu hayli büyüktür.
Her fanatik ideoloji gibi, aşırı milliyetçilik de savunulmak istenen amaca zarar getirebilecek tehlikeli bir ideoloji.Çağdaş Fransız düşünürü Albert Jacquard, ırkçılığa karşı mücadelesinin yanısıra, farklılık, çok-kütürlülük ve evrenselciliği savunmasıyla tanınan bir hümanist.
Üstelik, katolik ve muhafazakâr bir ortamdan çıkmiış olmasına rağmen...Bakın Jacquard fanatik insanı nasıl tanımlıyor:“Fanatik, gerçeğe bizzat sahiplenen kişidir. Buna, kuşku götürmez bir şekilde ve kesinlikle inanır. Dolayısıyla karşılıklı fikir alış-verişine tamamiyle kapalıdır. Kişiliğinin en önemli ve esas olan bölümünü kaybeder. Böylece, farklı emeller uğrunda kullanılabilecek ve değiştirilebilecek bir nesneye dönüşür.”
Üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken önemli bir konu...
Yorumunu size bırakıyorum.
Sağlıcakla kalın.
Albera
Meynioğlu / Objektif, Eylül 2012