Çok uzun yıllar evvel güzel
Türkiye'mde yaşarken, ben de çoğunluk gibi oldukça milliyetçi biriydim
diyebilirim.
İlkokuldan taaa üniversitenin son
sınıfına kadar, milliyetçilik dediğimiz o duyguyu sürekli olarak
körüklendiren sloganlarla büyüdüm herkes gibi. Okul girişinde, sınıfta,
öğretmenler odasında, resmî dairelerde, televizyon kanallarında vs. hep bu
çizgide sloganlarla beslendim ister
istemez.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım.”
“Ne mutlu Türküm diyene !”
“Türk, öğün, çalış ve güven !”
...............
Bu durum bugün değişti mi ?
Değişmedi tabî ki… Ayni cümleleri
stadyumlarda, meydanlarda, akla gelebilecek her yerde duymak ve okumak hâlâ mümkün. Sanki
Türklüğümüze bu şekilde dört elle sarılmazsak, Türklügümüz her an elden
gidecekmiş gibi.
Nedir milliyetçilik ?
Sözlükte yapılan tanımı ele
alacak olursak, milliyetçilik (ulusçuluk ya da nasyonalizm),
kendilerini birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir üstyapi oluşturabilmiş sosyal birikimlerin
adı olan millet (veya ulus) olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme
ülküsünün, toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.
Tanınmış
Fransiz tarihçisi ve yazarı Jacques Bainville (1879 Vincennes-1936 Paris)
milliyetçiliği “Devletin zaafiyeti sebebiyle zorunlu ve gerekliymiş gibi
gösterilen bir savunma yöntemi” olarak tanımlıyor. Yanlış da değil.
Tarihe bir göz atacak olursak,
Kurtuluş Savaşı döneminde Anadolu halkını topyekûn bir şekilde düşmana karşı
bir mücadeleye hazırlamak, yurdu istilâ etmiş düşmanın önünde gayret ve
cesaretini arttırmak için bundan daha makûl ve geçerli bir yol yoktu, diyebiliriz.
Bu durum, bisiklete binmeyi
öğrenen çocuğu “Başaracaksin, senden daha güçlü, daha yeteneklisi yok !”
gibi sözlerle azmettirmeye benziyor az buçuk. Çocuk bisiklete binmeyi
öğrendiğinde de, netice itibariyla bu işin yalnızca azimli bir çalışmaya ve
kişisel iradeye bağlı bir şey olduğunu kavrayacaktır.
Normal olan da bu.
Eger doğal olan bu analize
varamazsa, o çocukta gelişebilecek olan -kendine aşık olma, kendini mükemmel
bulma anlamına gelen- narsisik duyguların haddini hududunu varın siz düşünün.
Savaş biteli 90 yıl oldu.
Neredeyse bir yüzyıl...
Aynı ideolojik aletlerii
kullanmaya 90 yıl sonra yine devam ediyoruz.
Günümüz itibarıyla düşmanın
çehresi, kullandığı silahlar ve savaş yöntemleri tamamiyle değiştiği halde biz,
hâlâ o tek dişi kalmış canavar her an kapımıza dayanacakmış endişesi içinde
milliyetçi duyguların galeyanı içinde yaşamaktayız. Bizimle aynı dil,
kültür ve tarihi paylaşmayan kişi ve
halkları red etmeye ve dışlamaya devam ederek, toplumumuzu sonu gelmeyen bir iç
kavga ve kargaşa içinde yaşamaya mahkûm etmek pahasına.
...............
Peki, ya yurtseverlik ?
Gâyet olağan ve insanî olarak
tanımlayabileceğimiz bu duygu milliyetçilikten çok daha farklı bir şey. Kabul etmeliyiz ki bir insan için,
üzerinde doğup büyüdügü toprakları sevmesi ve gözetmesi kadar normal bir şey
olamaz. Yurtsever, milliyetçinin aksine yabancı düşmanlığı yapmaz. Kendisi gibi olmayanları sürekli bir
şekilde kendisine muhalif olarak görmez. Yurdunun ferahlığı için -aynı tarihî
ve kültürel geçmişe sahip olmasalar bile- kendisi gibi o topraklarda yaşayan
insanlarla elele çalışır. Modern yurtseverlikte bir yeri yurt olarak algılayıp
sevmek için o topraklarda doğmuş olmak kuralı aranmaz bile. Yapılan antroplojik
araştırmalar, bir yerde belli bir süre yaşadıktan sonra yurtseverlik duygusunun
doğup gelişebileceğini ortaya koymuş.
Alzas'lı felsefeci ve doktor
Albert Schweitzer (1875 Kaysersberg, Fransa-1965 Lambaréné, Gabon)
milliyetçiliği, asaletini kaybetmiş bir yurtseverlik olarak
tanımlamış. 1928'de Alman Goethe
ödülünü, 1952'de de Nobel Barış ödülünü
alan Albert Schweitzer'in felsefesi Hayata Saygı ilkesine dayanır ve
şiddeti kesinlikle reddeder. Dolayısıyla eserlerinde diğer milliyetçilikler
gibi Batı milliyetçiliğini de çok ciddi bir şekilde eleştirmiştir.
Nihayet, ünlü bilim adamı Albert
Einstein (1879 Ulm, Almanya-1955 Princeton, ABD) “Milliyetçilik bir çocuk hastalığıdır.
İnsanlığın kızamığıdır.” demiş.
Fikrimce, bu hastalığı
iyileştirebilmenin tek yolu -dili, dini, kökeni vs. ne olursa olsun- insana
değer vermekten geçer. Birbirlerinden tamamiyle farklı olan bireylerin aynı
yurtta uyum içinde yaşamaları ve aynı yönde ilerlemeleri yalnızca bu şekilde
mümkün olabilir.
Sevgiyle kalın.
Albera Meynioğlu / Objektif , Şubat 2013