dimanche, janvier 08, 2012

Hoşgörü üzerine...

Her canlı varlık gibi doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz.
Bu süreç içinde, yaşadığımız ailevî ve sosyal koşullar çerçevesinde kendimize bir yol çizmeye çalışıyoruz. Sahip olduğumuz fiziksel imkânları zorlayarak... Bütün bu çabalar, kişisel ve ruhsal anlamda pozitif bir evrim mucizesini gerçekleştirmek uğruna.
Öğretmenlik yaptığım dönemde öğrencilerime çok sık ve önemle hatırlattığım bir nokta vardı:
Ne yapıp edip, kendilerine sunulan imkânları aşarak, bilgi ve anlayışta büyüklerinden daha ileri bir seviyeye ulaşmak. Öğrencilerimin gözlerinde açıkça sezinleyebildiğim kimlik ve kişilik sorununa bir çözüm arayışımdan olsa gerek.
Tüm kültürlerin tartışılmaz değerlerinden biri “Ana-babaya ve aile büyüklerine saygı duymak.” tır. Peki bu saygı ilişkisinde, onların her dediğinin kesinlikle doğru olduğu sonucuna mı varmalı ?
Elbette ki hayır !
Saygı ve sevgiye dayalı bu ilişki, onların her dediğine harfiyen inanmayı ve uymayı gerektirmiyor. Her ilişkide olduğu gibi, aile büyüklerimizle olan ilişkilerimizde de akla dayalı ve tarafsız bir eleştirinin olması gerektiğini hatırlatmak yersiz. Böylesi bir yaklaşım, kendi kişiliğimizi geliştirmemizin yanısıra, çevremizdekilerin de kendilerini düzelterek gelişmelerine katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla, söylenen her sözü ve işlenen her eylemi akıl terazisine koymaktan çekinmeyelim. Bu söz ve eylem kimden gelirse gelsin !
Hatırlarım, çok uzun yıllar önce aile efradımın Alevî toplumuyla ilgili saçmasapan, akla sığmayacak bir yığın önyargısı vardı. Bunda hiç şüphesiz bulunduğumuz çevrede yasayan Alevî karşıtı köketendincilerin etkisi büyük oldu. Müslüman bir çoğunluk içinde yaşayan Hıristiyan bir azınlık olmamız, bizde, diğer azınlık dinleri hususunda önyargıların oluşmasını engellemedi.
Aksine...
Diğer azınlıklarla -geniş anlamda- bir toplumsal hayatı paylaşmanın dışında yakın bir ilişkimiz olmadığından, ayırımcı zihniyetlerin oyununa kolayca düştük.
-Alevînin kestiği kurbanın eti yenmezmiş.
-Alevî pişirdiği yemeğe tükürürmüş.
-Cemevlerinde veya Alevî evlerindeki semahlarda mum söndürülürmüş.
-Mum söndürmenin akla hâyâle sığmayacak “bir” sebebi varmış. (Bunu, -affınıza sığınarak- ne burada ne de başka bir yerde ağza veya kaleme almak istemiyorum!)
İşte insan ahmaklığının, aklın bilinen ve bilinmeyen tüm sınırlarını aştığı durumlardan biri. Allah'tan ailemizde, yeni kuşak bu önyargıları artık aşmış durumda.
Ancak aşılması gereken daha tonlarca önyargı var.
Bunları da -kisisel evrimlerini başarırlarsa- gelecek kuşaklar yokedecekler.
Hayatım boyunca her çevreden, dinden ve ulustan insanlar tanıdım, dostlarım oldu. İnsanları ait oldukları din, mezhep, ulus ve meslekî kimliklerine göre sınıflandırmadan, onlarla kurduğum insanî ilişkiler içinde tanımaya ve tanımlamaya çalıştım. Fikrimce, gerçek anlamda büyümenin tek yolu da bu.
.............
Yeri geldikçe her din hoşgörüsüyle övünür.
Zira kendince her din, diğerlerinden daha yüce, daha sevgi dolu ve daha insancıldır.
Biraz düşününce, durum toplumdaki her birey için de aynı: herkes -dinen ve mânen- hakikati bulmuştur kendine göre. Bu anlamda, “Gerçekte, insan sayısı kadar din vardır” diyen Gandhi'ye katılmamak elde değil.
Alman şair ve yazarlarından Goethe (1749 Frankfurt-1832 Weimar) “Hoşgörü geçici bir durum olmalı ve en nihayetinde saygıyla sonuçlanmalıdır. Zira gerçek anlamda, hoşgörü hakaret niteliği taşır.” demiş.
Ne kadar da doğru bir söz !
Adam karşına geçip: “Sen benim gibi değilsin, benim gibi düşünmüyor ve benim gibi davranmıyorsun ama, ben gene de sana karşı hoşgülü davranıyorum.” diyor düpedüz. Şimdi bu hoşgörüsü için adama teşekkür mü etmeli, yoksa bu tutumu aşağılayıcı bulup isyan mı etmeli ?
Sorun o ki, kişiliğimiz, dinimiz ve kültürümüz sebebiyle çoğu zaman saygı görmeyip hoşgörü sadakasıyla yetinmek zorunda kalıyoruz.
Ne yapmali peki?
İnsanî gelişimini tamamlamamış, hoşgörüyü bir lütûf gibi diğerlerine bol keseden sunan zat'ları oldukları gibi kabullenip onlara saygıyla yaklaşmalı... İşte yapılması gereken tek şey bu.
Yeni yıla Can Yücel'in bir şiiriyle girelim, ne dersiniz!
Yeni yılınız neşe ve sevgi dolu olsun. Sağlıcakla kalın.

O olmazsa yaşayamam

“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O, daha az sever seni
Senin O’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak…

Can YÜCEL


Albera Meynioğlu / Objektif, Ocak 2012