Hayatta
insanı
en fazla yoran şeylerin
başında
sürekli
olarak rol yapmak
gelir.
Kendini
olduğundan
farklı
göstermek, şunun
veya bunun sempatisini kazanmak için farklı
bir insanmış
izlenimini vermek ...Bırakın
bu işin
yorucu ve bezdirici tarafını,
böylesi yapay tutumlar kendimize olan özsaygı
ve sevgiyi de kaybetmemize neden oluyor. Bizi bizden farklı
bir insan olma arayışına
sokan, aslında
kendisi olmadığımız
bir kişiyi
ve kişiliği
oynamaya zorlayan başlıca
neden “medya”
ve medyatik araçların
bizde yarattığı
bitmek tükenmek bilmeyen kişisel
doyumsuzluklar ...
Dış
dünyaya yansıttığımız
görüntüyü, kişisel
ve fiziksel farklılıklarımıza
ve hatta imkânsızlıklara
ragmen bazı
medyatik ölçütlere uyarlamaya çalışıyoruz.
Bunun
karşılığında
elde ettiğimiz
nedir ?
Kişisel
doyum ve mutluluk mu
?
Zannetmiyorum.
Piyasa
ekonomisinde olduğu
gibi, bir satış
ürününü,
ambalajını
ön plana koymak
yoluyla daha iyi bir fiyata pazarlama işine
benziyor bu. Günümüz itibarıyla
çoğunluk,
bu pazarlama yöntemini artık
iyice benimsemiş
ve paketin içerdiği
ürünün kalitesini bir yana bırakarak,
ambalajla yetinen bir kitle haline dönüşmüş
durumda...
Ne
yazık
ki ...ne yazık
!
Güçlü,
üstün iradeli, tutkun olduğu
kadını
adetâ bir tanrıça
gibi seven ve gözeten, bu sevgisini büyük bir ustalıkla
hemen her an sergileyen ve asla ağlamayan
erkek sinemanın
bir icadıdır.
Modern toplumun ideal kadınını
temsil eden reklam
panolarındaki
anoreksik kadın
tipi ise, modanın....
Hepimiz,
ruhsal ve fiziksel anlamda değişik
yapılara
sahibiz.
Ne
mutlu ki vasıfları
yanında
kusurları
da olan bireyleriz.
Allah'tan,
aramızda
mükemmel insan yok.
Hepimiz
kusursuz insanlar olsaydık,
toplumsal hayatımız
ne denli can sıkıcı
olurdu, bir düşünsenize
! Kendimizden
farklı
bir kişiyi
ve kişiliği
oynamanın
içimizde yaratacağı
gerilim bir yana, eninde sonunda bizi içine düsüreceği
gülünç durumu da hesap edecek olursak ...en iyisi böylesi
oyunlara hiç girmemek.
Peki
nasıl
yapmalı
?
İşte
asıl
sorun burada.
Bir
Afrika atasözünün pek de diplomatik olmayan ama gerçekçi bir
üslûpla vurguladığı
gibi:
“Bütün
insanlar eşittir:
beyaz, siyah, kırmızı,
sarı,
zengin, fakir, inançlı,
dinsiz ...kim olursa olsun olsun, her insanda kötü kokan küçük
bir köşe
mevcuttur.”
Mevlana'nin
“Ya
olduğun
gibi görün, ya da göründüğün
gibi ol !”
sözü, görünen ve görünmeyen iki BEN arasında
bir uyum sağlamaya
ve sosyal ilişkilerde
dürüst olmaya yönelik bir davettir.
Kabul
etmeliyiz ki, hayatta
başarı
elde etmenin ve mutlu olmanın
başlıca
yolu, baskalarını
taklit etmekten değil,
bizzat kendimiz olmaktan geçer.
Yalnız
bu durumu, Hakkı
Bulut'un “Ben
buyum
....” şarkısından
ilham alarak, “illa
da içimizdeki benle yetinmek gerekir”
şeklinde
yorumlamamalı.
Şaka
bir yana, içimizdeki Ben,
sürekli olarak beslenmesi gereken, değişmesi
ve gelişmesi
mümkün bir fide
gibidir.
Yani
doğal
olarak her insanın,
insan ilişkilerinden,
gözlemleme ve tahlil yoluyla kendine pay çıkarması
ve kişisel
anlamda gelişmesi
mümkün.
Diğerlerine
yönelik takdir ve yargılarımız,
hiç şüphesiz,
benliğimiz
üzerindeki bu çalışmaya
sıkı
sıkıya
bağlı.
Justine
adlı
kitabında,
Fransız
felsefecisi Marquis de Sade (1740-1814)
“Kendimizi bir hiç olarak algıladığımızda,
hep bir başkası
olarak görünmeye çalışırız
!”
demiş.
Ne
kadar da doğru
!
Hepimizin
görünen ve görünmeyen iki Ben
arasında
bir köprü kurabilmesi, her ikisini bir arada uyumlu bir şekilde
buluşturabilmesi
dileğiyle...
Esen
kalın...
Albera
Meynioğlu
/ Objektif , Kasım
2012