Sağa-sola, ileri-geri, tasını kaybetmiş bir deli gibi koşturmayı bir kenara bırakıp, varoluşumuzun sebep ve anlamı üzerinde yoğunlaştıralım düşüncelerimizi, ne dersiniz ?!
Sorunları geçici bir süre için rafa kaldırmak, kendi benliğiyle yalnız kalmak ve biraz da boş vakit gerekecek bunun için.
Japonların Zen geleneğinde “iç dünyanın aydınlatılması” olarak tanımlayabileceğimiz bu meditasyonu sessiz bir ortamda gerçekleştirmemiz gerekiyor tabii ki.
Evde bulamiyorsak, bahçede, dağda, bayırda arayalım bu sessizliği.
Gündüz değilse, akşam.
Gözlerimizi kapatalım. Kollarımızı, bizi tamamiyle etkisi altina almış negatif enerjiyi toprağa boşaltmak üzere yanlardan salıverelim veee...tüm duygu ve düşüncelerimizi kendi benliğimiz üzerinde toplayalım.
....................
Öylesi bir sessizlik ve yalnızlık anında akla gelebilecek ilk sorular:
Ben kimim ?
Niçin dünyaya geldim ?
Nereye gidiyorum ?!... gibi sorular olmalı.
Normal olan da bu zaten...
Eğer aklınıza gelen ilk sorular,
“ Su anda birileri beni dikizliyor mu?
Beni bu halde görenler ne düsünürler?... gibi sorularsa, artık emin olabilirsiniz:
Siz, yakalamaya çalıstığınız o treni kaçırmak üzeresiniz.
Yok yok, şaka değil.
Büyük ihtimalle kendi hayatınızı değil, başkalarının arzu ve kriterlerine uygun bir hayatı yaşamaktasınız yıllardır.
Şimdi bunları nereden çıkardığımı sorabilirsiniz.
Canım, hiç mi duymadınız “Kişi, kendinden bilir işi” atasözünü ?
Bunları söylüyorsam, vardır bir sebebi.
...............
Elimizde olmayan sebeplerle, başkalarının bizimle ilgili düşünce ve yargılarından korkarak yaşıyoruz.
Yarım-yamalak bir şekilde, doyumsamadan hayatı.
Sanki yolun bir yarısında geriye bir dönüş yapıp, hayatımızı belli bir noktadan itibaren yeniden yaşama, hataları onarma, kaçırdığımız şansları yeniden yakalama imkânına sahipmişiz gibi.
Sembolist akımın öncülerinden olan Ahmet Haşim (1884 Bağdat, 1933 İstanbul) Merdiven adlı şiirinde ne de güzel tanımlıyor hayatı...
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...
Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...
Dostlarım bilirler.
Sohbetlerimde, adını dilimden hiç düşürmediğim, kendisini sıkça andığım biri vardır:
Babam.
Kısacık ömrünü eşi benzeri az bulunur insan maceralarıyla bezemiş, deli dolu biriydi.
Hayatını, « başkalari ne düşünür, elalem ne der ? » tasasıyle değil de, hissettiği şekilde yaşamaya alışmış istisnai bir insandı. Canı istediğinde bağıra bağıra şarkılar ve türküler söylerdi meselâ. Sofrasını Halil Ibrahim gibi herkese açık tutar, elinde olanı büyük bir cömertlikle ihtiyaç içindekilerle paylaşırdı.
Unutamadığım anılardan biri:
Bir yaz günüydü ve saat geceyarısını vuruyordu.
Babam yanında üç küçük müzisyenle geldi eve. Herbiri dokuz-on yaşlarında çingene kökenli bu çocuklari bize emanet etti önce:
“ Kızım, alın bu çocuklari yıkayın, üstlerine temiz giysiler verin !”
Yıkanıp giyindikten sonra karınlarını doyurdular çocuklar. Ardından da Türk müziginden nefis parçalar çalmaya başladılar. Çocukların biri keman çalıyordu, ikincisi klarinet, üçüncüsü de darbuka.
Beklenmedik bir zamanda, o sıcak Akdeniz akşamında içimizi serinleten, cıvıl cıvıl bir sanat müziği konseri dinledik o gün.
Bir başka anı daha...
Kostüm-kravat giyinmeye alışmış babam, eve ceketsiz ve ayağında plastik terliklerle geldi bir gece. Ağızlar bir karış açık, hayretle onu seyreden aile efradına olanları anlatınca durum anlaşıldı: Güneydoğudan gelmiş üstü başı perişan bir gencin hâline acıyıp onu restorana davet etmiş, yemekten sonra da gence ceketini ve en sevdiği ayakkabılarını vermişti.
....................
Yaşamak ama doyasıya...
Kim ne der ve ne düşünür gibi kısıtlamalarla varlığımıza ve benliğimize dizgin vurarak degil.
Korkarak, çekinerek, titreyerek.. hiç değil !
Hiçkimseye benzemek zorunda değiliz.
John Stuart Mill “ Varolan en güzel şeyler, hep bir orijinalligin ürünüdür ” diyor Özgürlük Üzerine adlı denemesinde. Kendimizde yalnızca defoları ve zaafiyetleri görmekten vazgeçip, özgün (yani orijinal) olmaktan çekinmeyelim.
Her insan için, içindeki ben'i bulmak yani benliğini keşfetmek, varlığının ana hedeflerinden biri değil midir?
Anket sorularında en çok garibime giden sorulardan biri:
“kime benzemek isterdiniz ?”
Hiçkimseye....
Bugünkü ben'i bulabilmek için onca fedakârliklar ve zahmetlere katlanmışken, neden başkalarına benzemek isteyeyim ki ?!
Ya siz ?
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera'nın çok tanınmış bir kitabının ismi. Bu yazı için çok yerinde bir başlık olarak düşündüm. :)
Albera Meynioglu (Objektif Mayis 2011)