Klasik Türk filmlerini hatırlarsınız.
Gerçek hayatla alâkâsı olmayan sahte bir imaj sunulurdu izleyicilere. Türk halkı olarak bu tür filmleri zevk ve sefa içinde seyreder, kendimizden geçerdik bir zamanlar. Zengin erkekle yoksul kadın arasındaki romantik aşkı ele alan, şarkılı türkülü, bazen senaryosu bile olmayan bu filmlerden ister istemez etkilendik. Hele ben !!!
Çocukluğumda büyük bir zevkle seyrettiğim filmlerin başında hep Türkan Şoray-Hülya Koçyiğit filmleri gelirdi. Pekçok Türk kadını gibi Ediz Hun'a aşıktım meselâ. Milyonlarca kadın gibi, hayatımın erkeğiyle filmlerdeki gibi karşılaşacağımı hâyâl ederdim. Zaman geçti ve her yetişkin insan gibi hayatın filmlerdeki gibi bir şey olmadığını anladım. Ama öyle acısız, ağrısız bir yoldan değil ! Tepetaklak, burunüstü düşmeler vardır ya, öyle bir şey oldu benimkisi.
Bizimkilerin zihniyeti, bir erkekle çıkıp bir yerlerde kahve içmeye, konuşup tanışmaya, sinemaya gitmeye, elele tutuşmaya müsaade eden bir zihniyet değildi. Bunun hâyâli bile mümkün değildi. Dolayısıyla evleneceğimiz erkeğin huy ve alışkanıklarını inceden inceye tanıma imkânımız olmadı. Birgün, bize tamamiyle yabancı birisiyle evlenmiş buluverdik kendimizi.
Böylesi bağnaz ve gerici bir zihniyetin dinle falan alâkasi tabikî yok. Azınlıkta kalmış kapalı toplumların genel bir özelliğidir. Hiristiyan-Yahudi-Müslüman... hangi dinden olursa olsun, kapalı toplumlardaki bireyler diğerlerinin bakış ve yargılarından çekinirler. Yaşantıları kişisel ve özgür bir irade üzerine kurulu değildir. “Elalem ne der, aile erbabı veya komşular ne düşünür ? ” gibi sonu gelmez soru ve sorgulamalarla dolu yaşantılarında iç huzurunu asla bulamazlar.
Henüz okumadıysanız, Kim Mc Millen'in Kendimi gerçekten sevdiğim gün* adlı yazısını mutlaka okumalısınız. İnsana güzel hayat dersi veren, hayatın gerçek felsefesini sizlere tepsi üstünde sunan mükemmel bir yazı. Yazının bir bölümünde Mc Millen:
“.... Kendimi gerçekten sevdiğim gün, benim için yapıcı ve sıhhatli olmayan kişi ve durumlardan, enerjimi tüketen herşeyden uzaklaşmaya başladım. Başlangıçta beynim bunu bencillik olarak adlandırıyordu. Oysa bugün biliyorum ki bunun adı öz sevgi ve saygı !...”
Bu konudan daha önceki bir yazımda bahsetmiştim, ama bir kez daha değiniyorum. Toplumsal huzur ve mutluluğun kişisel mutluluktan geçtiğine kesinlikle inandığım için tekrar tekrar hatırlatıyorum. Eğer kişisel mutluluğu bulmadıysanız, çevrenizdekilerin mutluluguna katkıda bulunamazsınız.
Çok eski değil, on-onbeş yıl evvel ailemin de içinde olduğu Hiristyan cemiyetinde, nişanlılar bir yere çıkarken, aile efradının yarısı arkalarına takılırdı. Hiç kimse yoksa, dört-beş yaşındaki kardeş eşlik ederdi onlara. “Sakın onları yalnız bırakma. İkisinin arasına otur, bir şey yaparlarsa bizlere söylersin....”
Sanki kızcağızın namusunu o ufacık velet koruyacakmış gibi.
Yıllarca bağrında büyütüp yetiştirdiği evladı ufacik bir güveni hakketmezmiş gibi.
Sanki bu koşullarda kurulan evlilik, mutlaka ve çok güzel bir şekilde yürüyecekmiş gibi. Ve de en önemlisi, sanki namus iki bacak arasındaymış gibi. Aslinda çoğu anne ve babaya bıraksanız, gençlerin elele tutuşup yalnız dolaşmalarinda bir sorun yok ama onları bu şekilde davranmaya yönelten elalem ne der korkusu.
Yaş geçtikçe asıl namussuzluğun ve şerefsizliğin iki bacak arasında değil ama beyinde olduğunu anlıyorsunuz nihayet. Ama iş işten geçmiştir artık. Merheminiz varsa alıp başınıza sürersiniz, o kadar.
Shakespeare “Namus görünmez bir cevherdir; çok kere ona sahip olmayanlar sahipmiş gibi görünürler.” demiş çok doğru bir şekilde. Ciçero'nun “İnsanlar ne kadar namuslu olurlarsa, başkalarının namuslarından da o kadar zor kuşku duyarlar.” özdeyişini okurken, Türkçemizdeki ünlü bir atasözü aklıma geliyor:
“Kişi kendinden bilir işi.”
Sağlıcakla kalın.
*Fransızca versiyonunu okumak için, Google'da “Le jour où je me suis aimé pour de vrai...” yazısını arayın.
Albera Meynioğlu / Objektif, Nisan 2012