vendredi, mars 08, 2013

Yurtseverlik ve Milliyetçilik


Çok uzun yıllar evvel güzel Türkiye'mde yaşarken, ben de çoğunluk gibi oldukça milliyetçi biriydim diyebilirim.
İlkokuldan taaa üniversitenin son sınıfına kadar, milliyetçilik dediğimiz o duyguyu sürekli olarak körüklendiren sloganlarla büyüdüm herkes gibi. Okul girişinde, sınıfta, öğretmenler odasında, resmî dairelerde, televizyon kanallarında vs. hep bu çizgide sloganlarla beslendim  ister istemez.
Türküm, doğruyum, çalışkanım.”
Ne mutlu Türküm diyene !
Türk, öğün, çalış ve güven !
...............
Bu durum bugün değişti mi ?
Değişmedi tabî ki… Ayni cümleleri stadyumlarda, meydanlarda, akla gelebilecek her yerde  duymak ve okumak hâlâ mümkün. Sanki Türklüğümüze bu şekilde dört elle sarılmazsak, Türklügümüz her an elden gidecekmiş gibi.
Nedir milliyetçilik ?
Sözlükte yapılan tanımı ele alacak olursak, milliyetçilik (ulusçuluk ya da nasyonalizm), kendilerini birleştiren diltarih veya kültür bağlarından bir üstyapi oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan millet (veya ulus) olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün, toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.
Tanınmış Fransiz tarihçisi ve yazarı Jacques Bainville (1879 Vincennes-1936 Paris) milliyetçiliği “Devletin zaafiyeti sebebiyle zorunlu ve gerekliymiş gibi gösterilen bir savunma yöntemi” olarak tanımlıyor. Yanlış da değil.
Tarihe bir göz atacak olursak, Kurtuluş Savaşı döneminde Anadolu halkını topyekûn bir şekilde düşmana karşı bir mücadeleye hazırlamak, yurdu istilâ etmiş düşmanın önünde gayret ve cesaretini arttırmak için bundan daha makûl ve geçerli  bir yol yoktu, diyebiliriz.
Bu durum, bisiklete binmeyi öğrenen çocuğu “Başaracaksin, senden daha güçlü, daha yeteneklisi yok !” gibi sözlerle azmettirmeye benziyor az buçuk. Çocuk bisiklete binmeyi öğrendiğinde de, netice itibariyla bu işin yalnızca azimli bir çalışmaya ve kişisel iradeye bağlı bir şey olduğunu kavrayacaktır.
Normal olan da bu.
Eger doğal olan bu analize varamazsa, o çocukta gelişebilecek olan -kendine aşık olma, kendini mükemmel bulma anlamına gelen- narsisik duyguların haddini hududunu varın siz düşünün.
Savaş biteli 90 yıl oldu. Neredeyse bir yüzyıl...
Aynı ideolojik aletlerii kullanmaya 90 yıl sonra yine devam ediyoruz.
Günümüz itibarıyla düşmanın çehresi, kullandığı silahlar ve savaş yöntemleri tamamiyle değiştiği halde biz, hâlâ o tek dişi kalmış canavar her an kapımıza dayanacakmış endişesi içinde milliyetçi duyguların galeyanı içinde yaşamaktayız. Bizimle aynı dil, kültür  ve tarihi paylaşmayan kişi ve halkları red etmeye ve dışlamaya devam ederek, toplumumuzu sonu gelmeyen bir iç kavga ve kargaşa içinde yaşamaya mahkûm etmek pahasına.
...............

Peki, ya yurtseverlik ?
Gâyet olağan ve insanî olarak tanımlayabileceğimiz bu duygu milliyetçilikten çok daha farklı   bir şey. Kabul etmeliyiz ki bir insan için, üzerinde doğup büyüdügü toprakları sevmesi ve gözetmesi kadar normal bir şey olamaz. Yurtsever, milliyetçinin aksine yabancı düşmanlığı  yapmaz. Kendisi gibi olmayanları sürekli bir şekilde kendisine muhalif olarak görmez. Yurdunun ferahlığı için -aynı tarihî ve kültürel geçmişe sahip olmasalar bile- kendisi gibi o topraklarda yaşayan insanlarla elele çalışır. Modern yurtseverlikte bir yeri yurt olarak algılayıp sevmek için o topraklarda doğmuş olmak kuralı aranmaz bile. Yapılan antroplojik araştırmalar, bir yerde belli bir süre yaşadıktan sonra yurtseverlik duygusunun doğup gelişebileceğini ortaya koymuş.
Alzas'lı felsefeci ve doktor Albert Schweitzer (1875 Kaysersberg, Fransa-1965 Lambaréné, Gabon) milliyetçiliği, asaletini kaybetmiş bir yurtseverlik olarak tanımlamış.  1928'de Alman Goethe ödülünü, 1952'de de Nobel Barış  ödülünü alan Albert Schweitzer'in felsefesi Hayata Saygı ilkesine dayanır ve şiddeti kesinlikle reddeder. Dolayısıyla eserlerinde diğer milliyetçilikler gibi Batı milliyetçiliğini de çok ciddi bir şekilde eleştirmiştir.
Nihayet, ünlü bilim adamı Albert Einstein (1879 Ulm, Almanya-1955 Princeton, ABD)  “Milliyetçilik bir çocuk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır.”  demiş.
Fikrimce, bu hastalığı iyileştirebilmenin tek yolu -dili, dini, kökeni vs. ne olursa olsun- insana değer vermekten geçer. Birbirlerinden tamamiyle farklı olan bireylerin aynı yurtta uyum içinde yaşamaları ve aynı yönde ilerlemeleri yalnızca bu şekilde mümkün olabilir.
Sevgiyle kalın.



Albera Meynioğlu /  Objektif , Şubat 2013