vendredi, novembre 30, 2012

Bir ihtimal daha var...


Eminim aranızda pekçoğunuz daha yazıyı okumaya bile başlamadan, bu nostaljik şarkıyı söylemeye koyulmuştur... Gayet doğal. Müzik Türk insanının kanına va canına iyice kaynamış ve hatta genetik bir özelliği haline gelmiş neredeyse.
Ne demiş atalarımız : “Müzik ruhun gıdasıdır.
Söyeleyin söyleyebildiğinizce, dinleyin dinleyebildiğinizce.
Bundan yıllar evvel, değerli Türk yazarı ve felsefecisi rahmetli Server Tanilli ile müzik üzerine küçük bir sohbetimiz olmuştu. Tanilli hocamız çoğunluğun tek-tip müzik dinlemesinden yakınıyordu haklı olarak. Davet edildiği festival ve şenliklere, (fiziksel imkânsızlığı nedeniyle) kendisini götürmeleri için tanıdık ve dostlarına ricada bulunurdu sık sık. Hiçkimse O'nun bu ricasını kırmazdı.
Gidilen yere göre yolculuk bazen birkaç saat sürerdi.
Hoca anlatıyor... Biçare, bütün bir yol boyunca, neredeyse yalnızca türkü dinlermiş... mecburiyeten. Götüren zat'ın geldiği bölgeye göre türkünün içeriği ve söyleyeni biraz değişirmiş, o kadar. Eli mahküm adamın. Rica etmiş “beni götürür müsün ?” diye. Ötekisi de kırmamış, kabul etmiş. Şimdi, Tanilli hocamız kalkıp:
Kardeşim, bir zahmet şu kaseti ya da CD'yi değiştirip bana şu türden bir müzik koyar mısın ? ” diyemez ya !
Ah kızım ah! 5-6 saat aynı türden müzik dinlemek ne kadar da zor, anlatamam...” diye eklemişti yakına yakına.
İnsanın başlıca özelliklerinden biri bu. Bir şeyi sevdimi, o şeye tüm varlığıyla bağlanıyor.
Sanki O şeyin dışında O'ndan başka hiçbir şey yokmuş gibi.
Bizde de böyle bu.
Mesela Müslüm abinin, Tatlıses'in, Gencebay'ın...vs. tutkunları başka türden bir müziği ve başka sanatçıyı dinlemeyi adeta bir ihanet olarak görürler. Sanat müziği sevdalıları için de durum aynı. Onlar için, gerçek müzik sanat müziğidir, gerisi saftsata...
Müzikteki fanatizm neredeyse futboldaki fanatizm seviyesine varmış, haberimiz yok !

Birkaç yıl önce Strazburg Türk konsolosluğuna davet edilmiştim.
İnsanlarımızın bir koyun sürüsü gibi Strazburg Konsolosluğu'nun önünde saatlerce bekletilmelerine tepki olarak yazdığım bir mektuba istinaden.
Dönemin konsolosu:
Yazdığı mektubun altına adını-soyadını yazan ve imzasını atan nadir insanlardan birisiniz ! ” deyip teşekkür etmişti. Konsolosluk nezdinde getirilmesi düşünülen yeniliklerden ve insanlarımızdan bahsederken birden durakladı... ve duvarda asılı duran değerli Türk piyanisti Fazıl Say'ın afişini gösterdi:
Simdi bizim insanımıza sorsanız kimdir Fazıl Say diye, çoğunluğu tanımaz bile...” dedi iç çekerek.
Ben de buna cevaben:
Halkınıza ne verirseniz, halkınızdan onu alırsınız.şeklinde karşılık vermiştim. Konsolosluğun bazı Türk dernekleriyle işbirliği içinde hazırladığı geleneksel 23 Nisan şenliklerini örnek göstererek :
Siz bir davet edin tanınmış veya tanınmamış piyanistleri ve kemancıları, görün bakalım halkımız ilgisiz ve duyarsız kalıyor mu bu müziğe !” diye eklemiştim.
Hani derler ya... Yiğidi öldür, hakkını inkâr etme !
Hangi konuda işlenmiş olursa olsun, adaletsizliğe ve haksız yargılara tahammülüm yok. Hele hele önyargılara...
Klasik müzik zenginlerin, elitin müziğidir, deniliyor.
Ne büyük bir saçmalık !
Her alanda olduğu gibi müzik de bir duyarlılık, eğitim ve tanıtım sorunudur. NOKTA.
Bizdeki bu önyargı, Fransa'nın zor mahallelerinde yaşayan insanların müzik zavkini rap veya hip-hop'la sınırlı görenlerin önyargılarına benziyor.
Bu yılın Nisan ayında, dört-beş bin kişinin yaşadığı Ecrivains Mahallesi'nde bir klasik müzik konseri düzenledik dernek olarak. Üzüntüyle belirtmeliyim ki, bu klasik müzik konseri mahalle için bir ilkti. Dinleyiciler arasında yer alan mahalleli gençler, böyle bir konsere ilk defa katılıyorlardı. Konser salonundan büyük bir memnuniyetle ve çok olumlu bir izlenimle ayrıldılar. Buna benzer bir girişimi yıllar önce yine Server Tanilli ile birlikte gerçekleştirmiştik. İstanbul Şişli Senfonik Orkestrası Strazburg'a geldiğinde, Tanilli hocamızın girişimi sayesinde, Ecrivains Mahallesi'nden Arap, Türk, Fransız vs. değişik kökenlerden 25 kadını bu konsere davet ettik.
İçlerinde pekçoğu hayatlarında ilk defa klasik müzik dinlediler o akşam.
Adeta büyülenmişçesine...
Mutfak, müzik ve edebiyat gibi kültürel her aracın, etnik ve dinî kökenleri ne olursa olsun tüm insanları bir araya getirebileceğine inanan biriyim... farklılıklarımızdan bahsetmek yerine, kültürel zenginliklerimizden yola çıkarak ve bu çizgide faaliyetler gerçekleştirerek... Sözün kısası, kendi kültürüyle yetinmeyip diğer kültürlere açık olmak, diğer kültürlerin keşfine gitmek çok önemli.
İngiliz edebiyatçısı Aldous Huxley'in (1894-1963) haklı olarak belirttiği gibi, yalnızca kendi kültürüyle yetinen bir insan için, “kültür bir hapishanedir”. Kendi kültürlerini diğerlerinden üstün bulan ve yalnızca kendi öz-kültürleriyle yetinen insanlar ve halklar yalnız kalmaya mahkûmdurlar.
Kültür paylaşıldıkça zenginleşen, insanlar ve halklar arasındaki görünmez duvarları -ancak bu sayede- yıkabilen olağanüstü bir şans.
Neden değerlendirmeyelim ?!

Sağlık ve sevgiyle kalın.




Albera Meynioğlu / Objektif , Aralık 2012

jeudi, octobre 25, 2012

Ben ve öteki Ben ...


Hayatta insanı en fazla yoran şeylerin başında sürekli olarak rol yapmak gelir.
Kendini olduğundan farklı göstermek, şunun veya bunun sempatisini kazanmak için farklı bir insanmış izlenimini vermek ...Bırakın bu işin yorucu ve bezdirici tarafını, böylesi yapay tutumlar kendimize olan özsaygı ve sevgiyi de kaybetmemize neden oluyor. Bizi bizden farklı bir insan olma arayışına sokan, aslında kendisi olmadığımız bir kişiyi ve kişiliği oynamaya zorlayan başlıca neden “medya” ve medyatik araçların bizde yarattığı bitmek tükenmek bilmeyen kişisel doyumsuzluklar ...
Dış dünyaya yansıttığımız görüntüyü, kişisel ve fiziksel farklılıklarımıza ve hatta imkânsızlıklara ragmen bazı medyatik ölçütlere uyarlamaya çalışıyoruz.
Bunun karşılığında elde ettiğimiz nedir ?
Kişisel doyum ve mutluluk mu ?
Zannetmiyorum.
Piyasa ekonomisinde olduğu gibi, bir satış ürününü, ambalajını ön plana koymak yoluyla daha iyi bir fiyata pazarlama işine benziyor bu. Günümüz itibarıyla çoğunluk, bu pazarlama yöntemini artık iyice benimsemiş ve paketin içerdiği ürünün kalitesini bir yana bırakarak, ambalajla yetinen bir kitle haline dönüşş durumda...
Ne yazık ki ...ne yazık !
Güçlü, üstün iradeli, tutkun olduğu kadını adetâ bir tanrıça gibi seven ve gözeten, bu sevgisini büyük bir ustalıkla hemen her an sergileyen ve asla ağlamayan erkek sinemanın bir icadıdır. Modern toplumun ideal kadınını temsil eden reklam panolarındaki anoreksik kadın tipi ise, modanın....
Hepimiz, ruhsal ve fiziksel anlamda değişik yapılara sahibiz.
Ne mutlu ki vasıfları yanında kusurları da olan bireyleriz.
Allah'tan, aramızda mükemmel insan yok.
Hepimiz kusursuz insanlar olsaydık, toplumsal hayatımız ne denli can sıkıcı olurdu, bir düşünsenize ! Kendimizden farklı bir kişiyi ve kişiliği oynamanın içimizde yaratacağı gerilim bir yana, eninde sonunda bizi içine düsüreceği gülünç durumu da hesap edecek olursak ...en iyisi böylesi oyunlara hiç girmemek.
Peki nasıl yapmalı ?
İşte asıl sorun burada.
Bir Afrika atasözünün pek de diplomatik olmayan ama gerçekçi bir üslûpla vurguladığı gibi:
Bütün insanlar eşittir: beyaz, siyah, kırmızı, sarı, zengin, fakir, inançlı, dinsiz ...kim olursa olsun olsun, her insanda kötü kokan küçük bir köşe mevcuttur.”
Mevlana'nin “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol !” sözü, görünen ve görünmeyen iki BEN arasında bir uyum sağlamaya ve sosyal ilişkilerde dürüst olmaya yönelik bir davettir.
Kabul etmeliyiz ki, hayatta başarı elde etmenin ve mutlu olmanın başlıca yolu, baskalarını taklit etmekten değil, bizzat kendimiz olmaktan geçer.
Yalnız bu durumu, Hakkı Bulut'un “Ben buyum ....” şarkısından ilham alarak, “illa da içimizdeki benle yetinmek gerekirşeklinde yorumlamamalı. Şaka bir yana, içimizdeki Ben, sürekli olarak beslenmesi gereken, değişmesi ve gelişmesi mümkün bir fide gibidir.
Yani doğal olarak her insanın, insan ilişkilerinden, gözlemleme ve tahlil yoluyla kendine pay çıkarması ve kişisel anlamda gelişmesi mümkün.
Diğerlerine yönelik takdir ve yargılarımız, hiç şüphesiz, benliğimiz üzerindeki bu çalışmaya sıkı sıkıya bağlı.
Justine adlı kitabında, Fransız felsefecisi Marquis de Sade (1740-1814) “Kendimizi bir hiç olarak algıladığımızda, hep bir başkası olarak görünmeye çalışırız !” demiş.
Ne kadar da doğru !
Hepimizin görünen ve görünmeyen iki Ben arasında bir köprü kurabilmesi, her ikisini bir arada uyumlu bir şekilde buluşturabilmesi dileğiyle...
Esen kalın...

Albera Meynioğlu / Objektif , Kasım 2012