Oldukça meraklı bir insanımdır...
Hem kendimi, hem de toplumsal pek çok olguyu sorgulayıp akla yatkın açıklamalar aramışımdır sürekli olarak.
Bu dün böyleydi, bugün de böyle ...
Zaten fikrimce, düşünmeyen ve sorgulamayan insan koyun gibidir, güdülmeyi hakkeder. Bu anlamda, bir koyun gibi yaşamayı ve bu şekilde muamele görmeyi kesinlikle reddediyorum.
Herkes gibi olmak, herkes gibi davranmak ve bu şekilde insan kalabalığı içinde silik bir şekilde yaşamak aklı salîm hiçbir insanın kabul edemeyeceği ve etmemesi gereken bir şey.
Etrafta olup bitenleri -yaşadığı topluma yabancı kalmamak için- gözlemlemek, anlamak, tahlil etmek ve bu şekilde, günlük hayatı belli bazı ilkeler üzerine oturtmak her bireyin kişisel bir ödevi değil midir zaten?
« Günlük hayatınız sizin mabediniz ve dininizdir. Her yeni güne tüm varlığınızla birlikte girin » demiş ünlü Lübnanlı şair ve filozof Halil Cibran.
Bu söz, günlük hayatı nasıl ele almak ve yaşamak gerektiğini çok güzel bir şekilde özetliyor.
Hâlâ hatırlarım...
Bir gün ortaokulda bir ögretmenim, demokrasi üzerine uzun uzadıya bir ders vermişti. Demokrasinin tanımı ve tarihçesinden ta günümüzdeki farklı uygulamalarına kadar.
Bu dersten gâyet fazla etkilenmiş olmalıyım ki, hemen akâbinde demokrasinin evdeki uygulanma koşullarını incelemeye, anti demokratik ne varsa yüksek sesle haykırmaya başlamışım:
“Demokrasi var, düşüncemi ifade etme hak ve özgürlüğüne sahibim !!! ”
Hayatımın en okkalı tokadını o gün yedim babamdan.
Hoş, 80'li yıllarda ana-babalarımız için en korkulu dönemlerden birini yaşıyorduk.
Türkiye bölük pörçük olmuştu.
Kardeş kardeşi vuruyordu, bir hiç uğruna.
Neredeyse herkesin sağcı, solcu, faşist, komünist olarak damgalandığı, komşunun komşudan, babanın oğuldan, oğulun babadan çekindiği bir dönemde “demokrasi-kardeşlik-özgürlük-eşitlik” gibi kavramlardan birini kullanmak ana-babalarımızı korkutmaya yetiyordu.
Nitekim, 1983'te üniversite sınavlarını kazanıp müjdeyi vermek için koştuğumda, babamın tepkisi -anlaşılabileceği üzere- sert ve kat'i oldu:
“Fakülte falan yok, otur oturduğun yerde !”
Babamın etrafında akıl vereni çoktu.
“Ne üniversitesi be kardeşim. Oraya giden terörist oluyor. Kız çocugu daha da beter.
Orospu olup çıkıyor.”
O dönemde, hatırlıyorum, ailede üniversite okumuş kız çocugu yoktu. Liseyi bitirmiş olanların sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi.
Bunun bir istisnası neden ben olmaliydım ki !
Allah'tan, bana benim kadar inanan ve güvenen insanlar vardı çevremde.
İlkokul ögretmenim meselâ. Eve kadar gelip babama ne diller döktü beni okula göndermesi için. Tesadüf ya, o yıl şansımdan Türkiye'ye tatile gelmiş olan Lübnanlı halam da işin içine girdi.
“Bu kızı okula göndereceksin. Bunun tartışması bile yapılmayacak !”
Babam O'nu ve O'nun gibi birkaç kişiyi kıramadı, gönderdi beni üniversiteye.
Yüreği titreyerek...
Binbir nasihatlar vererek...
Utandırmadım.
Bir yerlere ulaşmak için önce kendine güvenmeli ve kendini dinlemeliymiş insan. Doğru bildiginden vazgeçmeden, toplumsal yargılardan ve korkudan uzak kendi hayatını yaşamalıymış.
Bugün ailemde okumamış kız çocugu hemen hemen hiç yok.
İçlerinde doktor, mühendis, avukat ve öğretmen olanlar var.
Bundan otuz yıl önce – büyük ısrar ve çabalarla- açtığım o kapıdan, benden sonrakiler çok daha rahat bir şekilde geçtiler.
Mutluluğum sonsuz.
Yazımı Ömer Hayyam'ın bir dörtlüğüyle bitirmek istiyorum:
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yoksam o da yok.
Sağlıcakla kalın.
Albera Meynioğlu
Objektif, Ekim 2011