vendredi, juillet 01, 2011

Gecenin ötesinde...

24-25 yaşlarında bir gençti Yusuf... Cezayir'in ücra bir köyünde tüm aile efradının hunharca öldürülüşüne tanık olmuştu yıllar önce. Kendisi, korkudan yatağın altına saklandığından bu katliamdan kılpayı kurtulmuş, ama bir süre sonra, bir patlamada sağ bacağını kaybetmişti.

Çalıştığım işyerine geldiğinde Yusuf; gördüğü kâbuslar sebebiyle uyuyamıyordu. Bu nedenle aldığı sakinleştiricilerin ve uyku ilaçlarının etkisiyle, neredeyse bir hâyâlete benziyordu.
Aradan haftalar geçti.

Yusuf'ta hiçbir iyileşme olmadı.

Kabuslar ise, ayni sekilde uykularını haram etmeye devam ediyorlardı.

Odasına çıkmaktan ve özellikle kabuslarıyla yalnız kalmaktan korktugu için saatlerini bekleme salonunda sosyal çalışanlarla konuşarak ve özellikle resim yaparak geçiriyordu.
Yıllardan beri sürdürdüğüm ve tamamiyle insanî ilişkilere dayali bu meslekte, en zor anlardan birini Yusuf ile yaşadım.

Böylesi bir faciayı yaşamış gencecik bir insanı, hiçbir şekilde teselli edemeyeceğinizi anlıyorsunuz en nihayet. Söylenecek her sözün, verilecek her nasihatin tamamiyle yetersiz ve etkisiz oldugunu da...

Kendinizi O'nun yerine koymanız mümkün degil !

Anlamaya çalışırsınız ama...içinde açılmış o derin yaranın verdiği acıyı ne denli hissedebilirsiniz ki ?

Yusuf ile sanat -ve özellikle hât sanatı- üzerine uzun sohbetlerimiz oldu. Cezayir, aile, ana-baba vs. gibi kavramlardan -özellikle- kaçınarak, iç dünyası üzerinde yalnızca olumlu etkisi olabilecek, hüzünlü yüzünde çok nadir de olsa bir tebessüm yaratacak hususlarda söyleştik.
Kâbussuz uykular uyuyacağı ferah geceleri, aydınlığa kavuşacağı günleri umut ederek...

Olmadı.
Birgün işyerime geldiğimde, çalışanların yüzünde tarifi imkânsız bir hüzün gördüm...
O gün Yusuf, odasında ölü bulunmuştu.


Kendisini gölge gibi takip eden kâbuslardan kaçmak için, Fransa'ya gelmiş ve iltica talebinde bulunmuştu Yusuf.

Ret cevabı aldı.

Ardından kendisine, Fransız topraklarını terk emri gönderildi vilayetten.
Oysa O'nun için, geriye dönüş imkânsızdı. Orada bekleyeni, kimi kimsesi yoktu. Kâbuslarına son verecek başka bir çözüm yolu görmediği için, o gün hayatına son vermişti.


« Acaba... » dediğimiz günler olmuştur.

« Acaba şöyle yapsaydım veya şunu söyleseydim... bir şeyleri değiştirebilir miydim ? » Olan olmuştur. Geri getiremeyeceğimiz, asla yeniden yaşayamayacığımız tek şey olan zaman, alıp başını gitmiştir.


Julien Green'in « İnsanlık uyuyan ve kâbus gören bir insan gibidir ; bu kâbusun adı da Tarih'tir. » sözü geliyor aklıma.

Yusuf'un hayat hikâyesi bir kâbustu, uyanamadığı...

Ailesi ve çocukluğu bir gurup eli kanlı canî yüzünden yokolmuştu ve yıllardan beridir verdiği mücadeleye rağmen, geçmişi silip geleceğe bir türlü yönelemiyordu.


Niçin mi bahsettim Yusuf'tan ?

Artık tutunacağı hiçbir dalı olmayan bu genç insanın verdiği yaşam mücadelesinin tarih kâbusu içinde kaybolmasını istemeyişimden belki de.

Bir zamanlar vardı Yusuf, artık yok.

Hepimiz “ bir varmış, bir yokmuş...” olacağız bir gün...

Öyleyse... ?


Karanlık her gecenin ardında yeni bir gün doğacağını asla unutmadan, umutla ve cesaretle aşalım her kâbusu...

Yaşanılan her deneyimin bir sınav olduğunun idrâkı içinde, alalım elimize kalemimizi ve kendi tarihimizi kendi elerimizle yazalım.

Olabildiğince...

Gökkuşağı renklerinde, hissederek, şevkle...

Geceye meydan okurcasına....


Albera Meynioglu

Objektif / Temmuz 2011