samedi, juin 01, 2013

Önce İnsan !



Tarih : 11 Mayıs 2013 Cumartesi
Saat : 13:45
Yer : Hatay'ın Reyhanlı ilçesi

Birkaç dakikalık aralıklarla vuku bulan ve patlayıcı yüklü iki aracın sebep olduğu iki büyük patlama. Çok sayıda ölü ve yüzlerce yaralı...
Ve katliamın hemen akabinde sağduyulu her insanı vicdani şoka sokabilecek, anlaşılması mümkün olmayan birkaç nokta :
İlk iş olarak Reyhanlı Sulh Ceza Mahkemesi, katliamla ilgili bilgi, resim ve kayıt yasağı getirerek, basının haber alma ve verme özgürlüğünü engelliyor.
Anlaşılmaz sebeplerle...
Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) konulan bu yasağı kınıyor ama, ne mahkeme ne de hükümet gık demiyor.

Hükumetin bazı yetkilileri patlamaların sorumlusu olarak önce Suriye hükümetini, sonra 70’li yıllardan bu yana fillen zaten bitmiş ve yalnızca birkaç pasif üyesi bulunan Acilciler örgütünü, ve en nihayet, yüzyıllardır diğer dinlerle barış ve kardeşlik içinde yaşayan Hatay Alevilerini çelişkili beyanatlarla suçluyor.
İşin en ilginç tarafı: Reyhanlı'daki 73 MOBESE kamerasının tamamının birkaç gün önce arızalandığı ve kayıt yapmadığı ortaya çıkıyor.
Tesadüf mü, devlet destekli katliam hazırlığı mı ? Kim bilir...
Katliamla ilgili dünya basınında sayfalar dolusu yazılar yazılırken, Türk televizyonları sanki hiçbir şey olmamış gibi normal yayınlarına devam ediyorlar.
Oysa... aynı basın, yalnızca 3 kişinin öldüğü Boston olaylarında, patlamalar ile ilgili haberi tekrar tekrar ve günlerce hiç duraklamaksızın yayınlayıp, gündemin ilk haberi yapmamış mıydı?.
Patlamalardan birkaç hafta evvel, yine Hatay’da...
Hatay halkının Suriye’deki akrabalarına[1] yaptıkları gıda yardımını durdurmadıkları takdirde bunu ağır bir şekilde ödeyeceklerini ima eden Türkçe ve Arapça yazılı tehdit mesajları dağıtılıyor.
Hatay halkı, Kuzey Afrika, Pakistan, Afganistan vs. ülkelerden gelen eli silahlı yüzlerce İslamcı militanın hükümetin tamimiyle serbest bıraktığı sınırlardan elini kolunu sallayarak geçişini ihbar ettiği halde, güvenlik güçleri hiçbir müdahalede bulunmuyor.
Hatay’da oynanmak istenen oyun nedir ?
Türkiye'nin Suriye’deki savaşa illâ da müdahale etme arzusunun nedeni ne ?
İşin müspet tek yanı... her şeye rağmen Hatay'ın Alevi, Sun'î ve Hristiyan olan halkının provokasyona HAYIR demesi ve teröre karşı omuz omuza mücadeleye hazır olduğunu ilân etmesi.
ABD ve İsrail destekli Türk hükümeti, Suriye’deki savaşı zorla dinsel bir kimliğe sokmaya çalışarak, hem daha korkunç boyutlara ulaşmasına sebep oldu, hem de Reyhanlı'nın kana bulanmasına...
Orta-çağ biteli asırlar oldu, ama Türkiye’deki bazı zihniyetler bu çağı anımsatmaya hâlâ devam ediyor. Üzücü ve umut kırıcı bir gerçek !
Her ne olursa olsun din, değil...
Her ne olursa olsun politika, değil...
İzlenilmesi gereken ilk ilke “ her ne olursa olsun, ÖNCE İNSAN ve insan unsurunu korumaya ve yüceltmeye yönelik GERÇEK VE ADALET ARAYIŞI ” olmalı.
İnsanını din, gelenek ve menfaat uğruna feda eden bir ülkede şiddet, kan ve nefret egemen olur. Tarih boyunca Türkiye bunun güzel bir örneği olmadı mı ?!
.........................
Günümüz olaylarına bir göz attığımızda, pek çoğunun tarih süreci içinde bir tekerrürden ibaret olduğunu görüyoruz. Güçlü ülkelerin, kendilerine göre çok daha zayıf olan ülkelere ekonomik, siyasî ve yeri geldiğinde askerî yôntemlerle uyguladıkları baskı ve müdahaleler artık hiçbirimizi şaşırtmıyor.
Bu durum Milattan önce böyleydi, şimdi de öyle.
Günümüzde işgalci ve sömürgeci girişimler öylesine hızlı ve sessiz usullerle yapılıyor ki, çoğunluğu kamuoyuna insani yardım ve askeri destek olarak yutturuluyor. Televizyon, yazılı basın, İnternet gibi modern teknolojinin sağladığı kolaylıklar sayesinde...
Zaten tarafsız habercilik yapan, satılmamış bir medya aracı hemen hemen kalmamış gibi. Nereden baksanız, gazetelerin, televizyon kanallarının çoğunluğu holdinglerin, tarikatların, partizanların malı olmuş.
Herkes keyfine göre istediği makamdan çalıyor.
Böylesi bir kaos ortamında insanlık olarak gerçekten bağımsız, bilimsel ve analitik bir şuura sahip tarihçilere ve gazetecilere ihtiyacımız var. Bugün, her zamankinden de çok...

Bu iki meslek erbabına, bugünün tarihini yarınlara ve gelecek kuşaklara en doğru şekilde aktarma yolunda büyük bir sorumluluk düşüyor. Olayları bir şeyi ispatlamak ve belli bir ideolojiyi desteklemek için değil, olduğu gibi yazarak...
Bir Latin atasözünün çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi:
« Tarih ispatlamak için değil, anlatmak için yazılır.»[2]
Sağlıcakla kalın...

Albera Meynioğlu 
Strazburg / Objektif , Mayıs 2013




[1] Bu anlamda, Iskenderun, Kırıkhan ve Antakya’nın  1939’da Türkiye’ye bağlanmadan önce Halep İline bağlı 3 ilçe olduklarını hatırlatmakta fayda görüyorum. Dolayısıyla pekçok Hataylının Suriye halkıyla çok yakın bir akrabalık bağı var. Bölgenin tarihçesi için şu siteye göz atabilirsiniz : iskenderun31.blogspot.com
[2] “Scribitur ad narrandum, non ad probandum.”

vendredi, mars 08, 2013

Yurtseverlik ve Milliyetçilik


Çok uzun yıllar evvel güzel Türkiye'mde yaşarken, ben de çoğunluk gibi oldukça milliyetçi biriydim diyebilirim.
İlkokuldan taaa üniversitenin son sınıfına kadar, milliyetçilik dediğimiz o duyguyu sürekli olarak körüklendiren sloganlarla büyüdüm herkes gibi. Okul girişinde, sınıfta, öğretmenler odasında, resmî dairelerde, televizyon kanallarında vs. hep bu çizgide sloganlarla beslendim  ister istemez.
Türküm, doğruyum, çalışkanım.”
Ne mutlu Türküm diyene !
Türk, öğün, çalış ve güven !
...............
Bu durum bugün değişti mi ?
Değişmedi tabî ki… Ayni cümleleri stadyumlarda, meydanlarda, akla gelebilecek her yerde  duymak ve okumak hâlâ mümkün. Sanki Türklüğümüze bu şekilde dört elle sarılmazsak, Türklügümüz her an elden gidecekmiş gibi.
Nedir milliyetçilik ?
Sözlükte yapılan tanımı ele alacak olursak, milliyetçilik (ulusçuluk ya da nasyonalizm), kendilerini birleştiren diltarih veya kültür bağlarından bir üstyapi oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan millet (veya ulus) olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün, toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.
Tanınmış Fransiz tarihçisi ve yazarı Jacques Bainville (1879 Vincennes-1936 Paris) milliyetçiliği “Devletin zaafiyeti sebebiyle zorunlu ve gerekliymiş gibi gösterilen bir savunma yöntemi” olarak tanımlıyor. Yanlış da değil.
Tarihe bir göz atacak olursak, Kurtuluş Savaşı döneminde Anadolu halkını topyekûn bir şekilde düşmana karşı bir mücadeleye hazırlamak, yurdu istilâ etmiş düşmanın önünde gayret ve cesaretini arttırmak için bundan daha makûl ve geçerli  bir yol yoktu, diyebiliriz.
Bu durum, bisiklete binmeyi öğrenen çocuğu “Başaracaksin, senden daha güçlü, daha yeteneklisi yok !” gibi sözlerle azmettirmeye benziyor az buçuk. Çocuk bisiklete binmeyi öğrendiğinde de, netice itibariyla bu işin yalnızca azimli bir çalışmaya ve kişisel iradeye bağlı bir şey olduğunu kavrayacaktır.
Normal olan da bu.
Eger doğal olan bu analize varamazsa, o çocukta gelişebilecek olan -kendine aşık olma, kendini mükemmel bulma anlamına gelen- narsisik duyguların haddini hududunu varın siz düşünün.
Savaş biteli 90 yıl oldu. Neredeyse bir yüzyıl...
Aynı ideolojik aletlerii kullanmaya 90 yıl sonra yine devam ediyoruz.
Günümüz itibarıyla düşmanın çehresi, kullandığı silahlar ve savaş yöntemleri tamamiyle değiştiği halde biz, hâlâ o tek dişi kalmış canavar her an kapımıza dayanacakmış endişesi içinde milliyetçi duyguların galeyanı içinde yaşamaktayız. Bizimle aynı dil, kültür  ve tarihi paylaşmayan kişi ve halkları red etmeye ve dışlamaya devam ederek, toplumumuzu sonu gelmeyen bir iç kavga ve kargaşa içinde yaşamaya mahkûm etmek pahasına.
...............

Peki, ya yurtseverlik ?
Gâyet olağan ve insanî olarak tanımlayabileceğimiz bu duygu milliyetçilikten çok daha farklı   bir şey. Kabul etmeliyiz ki bir insan için, üzerinde doğup büyüdügü toprakları sevmesi ve gözetmesi kadar normal bir şey olamaz. Yurtsever, milliyetçinin aksine yabancı düşmanlığı  yapmaz. Kendisi gibi olmayanları sürekli bir şekilde kendisine muhalif olarak görmez. Yurdunun ferahlığı için -aynı tarihî ve kültürel geçmişe sahip olmasalar bile- kendisi gibi o topraklarda yaşayan insanlarla elele çalışır. Modern yurtseverlikte bir yeri yurt olarak algılayıp sevmek için o topraklarda doğmuş olmak kuralı aranmaz bile. Yapılan antroplojik araştırmalar, bir yerde belli bir süre yaşadıktan sonra yurtseverlik duygusunun doğup gelişebileceğini ortaya koymuş.
Alzas'lı felsefeci ve doktor Albert Schweitzer (1875 Kaysersberg, Fransa-1965 Lambaréné, Gabon) milliyetçiliği, asaletini kaybetmiş bir yurtseverlik olarak tanımlamış.  1928'de Alman Goethe ödülünü, 1952'de de Nobel Barış  ödülünü alan Albert Schweitzer'in felsefesi Hayata Saygı ilkesine dayanır ve şiddeti kesinlikle reddeder. Dolayısıyla eserlerinde diğer milliyetçilikler gibi Batı milliyetçiliğini de çok ciddi bir şekilde eleştirmiştir.
Nihayet, ünlü bilim adamı Albert Einstein (1879 Ulm, Almanya-1955 Princeton, ABD)  “Milliyetçilik bir çocuk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır.”  demiş.
Fikrimce, bu hastalığı iyileştirebilmenin tek yolu -dili, dini, kökeni vs. ne olursa olsun- insana değer vermekten geçer. Birbirlerinden tamamiyle farklı olan bireylerin aynı yurtta uyum içinde yaşamaları ve aynı yönde ilerlemeleri yalnızca bu şekilde mümkün olabilir.
Sevgiyle kalın.



Albera Meynioğlu /  Objektif , Şubat 2013