vendredi, avril 29, 2011

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Sağa-sola, ileri-geri, tasını kaybetmiş bir deli gibi koşturmayı bir kenara bırakıp, varoluşumuzun sebep ve anlamı üzerinde yoğunlaştıralım düşüncelerimizi, ne dersiniz ?!

Sorunları geçici bir süre için rafa kaldırmak, kendi benliğiyle yalnız kalmak ve biraz da boş vakit gerekecek bunun için.

Japonların Zen geleneğinde “iç dünyanın aydınlatılması” olarak tanımlayabileceğimiz bu meditasyonu sessiz bir ortamda gerçekleştirmemiz gerekiyor tabii ki.

Evde bulamiyorsak, bahçede, dağda, bayırda arayalım bu sessizliği.

Gündüz değilse, akşam.

Gözlerimizi kapatalım. Kollarımızı, bizi tamamiyle etkisi altina almış negatif enerjiyi toprağa boşaltmak üzere yanlardan salıverelim veee...tüm duygu ve düşüncelerimizi kendi benliğimiz üzerinde toplayalım.

....................


Öylesi bir sessizlik ve yalnızlık anında akla gelebilecek ilk sorular:

Ben kimim ?

Niçin dünyaya geldim ?

Nereye gidiyorum ?!... gibi sorular olmalı.

Normal olan da bu zaten...


Eğer aklınıza gelen ilk sorular,

Su anda birileri beni dikizliyor mu?

Beni bu halde görenler ne düsünürler?... gibi sorularsa, artık emin olabilirsiniz:

Siz, yakalamaya çalıstığınız o treni kaçırmak üzeresiniz.

Yok yok, şaka değil.

Büyük ihtimalle kendi hayatınızı değil, başkalarının arzu ve kriterlerine uygun bir hayatı yaşamaktasınız yıllardır.

Şimdi bunları nereden çıkardığımı sorabilirsiniz.

Canım, hiç mi duymadınız “Kişi, kendinden bilir işi” atasözünü ?

Bunları söylüyorsam, vardır bir sebebi.

...............


Elimizde olmayan sebeplerle, başkalarının bizimle ilgili düşünce ve yargılarından korkarak yaşıyoruz.

Yarım-yamalak bir şekilde, doyumsamadan hayatı.

Sanki yolun bir yarısında geriye bir dönüş yapıp, hayatımızı belli bir noktadan itibaren yeniden yaşama, hataları onarma, kaçırdığımız şansları yeniden yakalama imkânına sahipmişiz gibi.

Sembolist akımın öncülerinden olan Ahmet Haşim (1884 Bağdat, 1933 İstanbul) Merdiven adlı şiirinde ne de güzel tanımlıyor hayatı...


Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...


Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...


Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?


Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...


Dostlarım bilirler.

Sohbetlerimde, adını dilimden hiç düşürmediğim, kendisini sıkça andığım biri vardır:

Babam.

Kısacık ömrünü eşi benzeri az bulunur insan maceralarıyla bezemiş, deli dolu biriydi.

Hayatını, « başkalari ne düşünür, elalem ne der ? » tasasıyle değil de, hissettiği şekilde yaşamaya alışmış istisnai bir insandı. Canı istediğinde bağıra bağıra şarkılar ve türküler söylerdi meselâ. Sofrasını Halil Ibrahim gibi herkese açık tutar, elinde olanı büyük bir cömertlikle ihtiyaç içindekilerle paylaşırdı.


Unutamadığım anılardan biri:

Bir yaz günüydü ve saat geceyarısını vuruyordu.

Babam yanında üç küçük müzisyenle geldi eve. Herbiri dokuz-on yaşlarında çingene kökenli bu çocuklari bize emanet etti önce:

Kızım, alın bu çocuklari yıkayın, üstlerine temiz giysiler verin !”

Yıkanıp giyindikten sonra karınlarını doyurdular çocuklar. Ardından da Türk müziginden nefis parçalar çalmaya başladılar. Çocukların biri keman çalıyordu, ikincisi klarinet, üçüncüsü de darbuka.

Beklenmedik bir zamanda, o sıcak Akdeniz akşamında içimizi serinleten, cıvıl cıvıl bir sanat müziği konseri dinledik o gün.


Bir başka anı daha...

Kostüm-kravat giyinmeye alışmış babam, eve ceketsiz ve ayağında plastik terliklerle geldi bir gece. Ağızlar bir karış açık, hayretle onu seyreden aile efradına olanları anlatınca durum anlaşıldı: Güneydoğudan gelmiş üstü başı perişan bir gencin hâline acıyıp onu restorana davet etmiş, yemekten sonra da gence ceketini ve en sevdiği ayakkabılarını vermişti.

....................


Yaşamak ama doyasıya...

Kim ne der ve ne düşünür gibi kısıtlamalarla varlığımıza ve benliğimize dizgin vurarak degil.

Korkarak, çekinerek, titreyerek.. hiç değil !

Hiçkimseye benzemek zorunda değiliz.

John Stuart Mill “ Varolan en güzel şeyler, hep bir orijinalligin ürünüdür ” diyor Özgürlük Üzerine adlı denemesinde. Kendimizde yalnızca defoları ve zaafiyetleri görmekten vazgeçip, özgün (yani orijinal) olmaktan çekinmeyelim.

Her insan için, içindeki ben'i bulmak yani benliğini keşfetmek, varlığının ana hedeflerinden biri değil midir?

Anket sorularında en çok garibime giden sorulardan biri:

kime benzemek isterdiniz ?”

Hiçkimseye....

Bugünkü ben'i bulabilmek için onca fedakârliklar ve zahmetlere katlanmışken, neden başkalarına benzemek isteyeyim ki ?!

Ya siz ?

* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera'nın çok tanınmış bir kitabının ismi. Bu yazı için çok yerinde bir başlık olarak düşündüm. :)

Albera Meynioglu (Objektif Mayis 2011)

vendredi, avril 01, 2011

Kırkından sonra azanı...

Zaman ilerliyor.

İlerledikçe çok şeyleri de alıp götürüyor beraberinde.

Kaybedilince asla geri bulunamayan tek şey « zaman »... İnsan hayatında en değerli şey olan zamanı ise biz, anlaşılması imkânsız bir hovardalıkla, serseri bir ruhla har vurup harman savuruyoruz.

Bu konuda erkekler şampiyon.

Hele hele bizim erkeklerimiz.

« Hadi gel de şu kahvede bir-iki kadeh demlenelim, derdimizi unutalım.

Bırak şu hanımı da , bir el atalım şurada. Kılıbık mısın nesin yahu ?

Kapat telefonununu. Cevap bile vermeyeceksin karı kısmına !

Ne işi bre kardeşim, gel şu PMU'de bir at yarışı oynayalım.Yarının milyonerleri biz oluruz belki.

Çoluk çocuğu boş ver, bırak anaları ilgilensin. Senin işin mi o ?

Bırak be kadın, bırak da şu maçı bitireyim. Gönder şu illet çocukları yataklarına... »


Zaman akar gider...

Çocuklar zor bela büyürler, evden ayrılacakları gün gelir :

« Yahu ne çabuk büyüdü bu çocuk ! Daha dün küçücük bir bebekti » dersiniz iç geçirerek.

Eeeeee... O küçük çocuk büyümüştür artık.

İlk adımını attığı, ilk sözcüğünü söylediği, ilk defa aşık olduğu günden bu güne köprünün altından çok sular akmıştır.

Delikanlılık krizlerini geçirirken, ilk kalp ağrısıyla gözyaşı dökerken yalnızdı çocuk ; okul veya mahalledeki kabadayı bozuntularının yanından her geçişinde tir tir titrerken de öyle.

Babası zaman öldürmekle meşgûldü önce.

Sonra da …. kaybettiği zamanı bulma telaşında.

Sözüm, hiç ölmeyecekmiş, hep genç ve dinç kalacakmış gibi yaşayıp zamanı katledenlere.

Bir de zamanın geçen ve bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bir şey oldugunu 40'ından sonra farkedenlere. Yani bazılarımıza...

Hani çok sık kullandığımız bir atasözü vardır ya...

« Kırkından sonra azanı teneşir paklar. »

Vatan Gazetesi yazarlarından Selahattin Duman, bunu çok güzel ve açık bir şekilde izah etmiş, Azgın Teke Sendromu adlı yazısında:


«..Eve hiç dönmeyenlerin durumuna gelince...

Bunlar “Erkek teke sendromunu” en ağır yaşayanlardır.

Dönüşü olmayan bir yola girdiklerini bilir, hayatlarının bundan sonraki bölümünü ona göre düzenlemeye çalışırlar...

Önce kendilerine olan düşkünlükleri artar.

Sağlıklı hayat meraklısı olurlar. Sıkı diyet uygularlar. Genç işi giyim kuşama dadanır, spor

giyinmeye çalışırlar.

Bütün dertleri; uğruna evi terk ettikleri genç kadınla aralarındaki yaş farkını ört bas etmeye çalışmaktır.
Nüfusa gidip yaşlarını küçültmek mümkün olmadığından kendilerini estetikçilere teslim ederler. Geçkin erkeğin sarkık derisinden bu sektör sebeplenir.

BELİRTİSİ VAR MI?

Erkek teke sendromu”nun erkekteki ilk belirtisi televizyon başında ortaya çıkar.
Tek başına televizyon izleyen bir erkek Lig TV’yi, haber kanallarını, aksiyon filmlerini seyretmiyor da Elma gibi, Sinek gibi gençlerin kanallarına takılıyorsa fikri bozulmuş demektir.
Özellikle MTV veya Number One kanalında klip izliyorsa bilin ki çoktan kararını vermiştir.
Hele hele Fashion TV’nin başından kalkmıyorsa gözü iyice kararmıştır ki karısının o erkekle her türlü ağız dalaşından uzak durması icap eder...»

*******

Hayatta tahammül edemediğim nadir tablolardan biri, bir bar önünde kadehlerini yudumlarken gelip geçenlere ve özellikle de karı kısmına süzücü bakışlarla bakan erkekler topluluğudur.

İçlerinden birini ele alalım meselâ.

O sabah evden çıkarken sert ve kat'i bir dille karısına talimatını vermiştir adam :

« Yemeğe dolma ve cacık yap. Gömleklerimi ütülemeyi de unutma ! »

Fabrikadaki işine giden emekçi havasında, omuzları ve başı dik bir şekilde çıkar evden. Yolda yürürken « dün oynadığım lotoya inşallah bir şeyler çıkmıştır » der iç geçirerek. Doğruca abonesi olduğu kahve veya barın yolunu tutar.

Aslına bakarsan, Avrupa'da olmak işi epey kolaylaştırıyor. Bazıları için iş arayışına gerek bile yok. Nasıl olsa RMI/RSA var. O da yoksa, çocuk paraları düzenli bir şekilde hesaba giriyor. Karısının, banka hesabındaki açık ve ödenmemiş faturalarla ilgili uyarıları da sinek vızıltısı gibi gelir. Umrunda değildir adamın.

Orhan Veli'nin deyişiyle :


Ne atom bombası,
Ne Londra Konferansı;
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!


Dediğim gibi, sözüm bazılarımıza. Onlar kendilerini iyi tanırlar.

İçlerinde mutlaka sağduyulu olanlar çıkacaktır.

Bu yazıyı okuduktan sonra cep telefonlarına sarılacak ve yumuşak, hoş bir dille :

« Karıcığım, bu akşam eve biraz erken geleceğim. Yemek hazır değilse önemli değil, zeytin-ekmek yesek de olur. Çocukları hemen yatırma, bu akşam onlarla biraz sohbet eder, hatta beraberce güzel bir film seyrederiz. » diyeceklerdir belki de.

Kaç tane çıkar, bilmiyorum. Ama biliyorum ki birkaç güzel istisna çıkacaktır aralarında.

Umut etmek ne güzel ...

Albera Meynioglu

(Objektif, Nisan 2011)